22 Ağustos 2008 Cuma

Glenn Miller Gizemi

Bir önceki iki yazımın birinde boyut atlayan bir uçaktan, bir sonrakinde ise dezenformasyondan bahsetmiştim. Şimdi ise bu iki konuyu aynı başlıkta birleştiren bir konudan bahsetmek istiyorum. Önce bilgisi olmayanlar için, 1930 ve 1940’lı yılların en meşhur orkestrası olan ve hala da büyük bir dinleyici kitlesi olan Glenn Miller orkestrası ile ilgili kısa bilgi verelim:

Gelmiş geçmiş en büyük müzik orkestralarından birinin lideri Glenn Miller, 15 Aralık 1944 gecesi Londra’dan Paris’e gitmek için bindiği Norseman C-64 tipi küçük uçak, Manş Denizi (English Channel) üzerinde kaybolmuş, Paris'e hiç inmemiş ve bugüne dek hiçbir şekilde ne uçağın kalıntısı ne de cesetler bulunamamıştır.


Alton Glenn Miller 1 Mart 1904’te Iowa’da doğmuştur. İlk orkestra çalışmalarına 1934’te başlamış, ancak bildiğimiz Glenn Miller orkestrasının doğuşu 1937’de olmuştur. Orkestranın şarkılarına örnek olarak "In the Mood", "Tuxedo Junction", "Chattanooga Choo Choo", "Moonlight Serenade", "Little Brown Jug" verilebilir.












27 Eylül 1942’de Glenn Miller orkestrayı bırakarak orduya katılmak ve ülkesine hizmet etmek istedi ve Paris’e gönderildi. Miller burada bir ordu orkestrası kurmak istedi ve kendi orkestra elemanlarını buraya getirebilmek için inatla büyük bir çaba gösterdi ve sonunda bunu başardı. Miller’a orduda“Major” ünvanı verildi ve orkestra ordu için çalmaya devam etti. Savaştan sonra Glenn Miller orkestrası Rainbow Corners, ve Hotel de Paree’de program yapmaya başladı. Glenn Miller kaybolduğu gece, orkestrasının daha önce gittiği Paris’e gitmek için yola çıkmıştı, orada Olympia’da bir konser vereceklerdi.

Glenn Miller’ın ölümünden sonra çıkan ve hangisinin dezenformasyon olduğu henüz anlaşılamayan teoriler şunlardır:


  • Miller bahsedilen uçağa binmiştir, şahitleri vardır. Uçak ise hiç inmemiştir. Buna şahit olan birinci kişi, Glenn Miller’in özel şöförüdür. Bu konu da şöförün oğlu olan Brian McCulloch tarafından aydınlatılmış ve babasının kendisine anlattıklarını detaylı olarak aktarmıştır. Babası, Glenn Miller’ı o gece götürdüğü gece klübü, sonra havaalanına bırakması, bagajdan çantalarını çıkarması ve uçağa binerken eşlik etmesine kadar anlatmıştır. Bundan başka bu olayı doğrulayan resmi bir havaalanı çalışanı da vardır.

  • Miller, bir otelde sevgilisinin kollarında kalp krizinden ölmüştür ama o zamanlar orkestra Amerikan Ordu Orkestrası olduğundan olay saklanmıştır. Bazıları uçakla Paris'e indikten sonra bir otelde, bazıları da Paris'e gitmeden önce Londra'da bir otelde öldüğüne dair şahitlik etmektedirler. Bu konu Bild gazetesinde, Udo Ulfkoutte’nin ele geçirdiği Gizli servis dosyalarında okuduğu söylenmektedir. Daha sonra bu konuda araştırmalar yapan Chris Valenti de, bahsedilen gizli servis dökümanlarına kendisinin de ulaştığını belirtmektedir. Karısına ve memleketine sadık bir askerin, sevgilisinin kollarında ölmesi nedeniyle gerçeğin saklandığı savunulmaktadır.

  • Miller’ın arkadaşı ve “The Big Band Era” ile “The Glenn Miller Story” nin yazarı George Simon’a göre Miller o uçağa hiç binmemişti çünkü Miller’da ciddi seviyede uçak korkusu vardı.

  • A.C. Griffith’in anlattığına göre Miller Paris’te vurulmuştur ve birgün sonra da uçak kazası hikayesi ortaya atılmıştır. Bunu da, savaş esnasında Paris’te olan ve olayı gören bir adam ile, savaşta paris’te görev alan bir kadın Amerikan askerinin telegrafta Miller’in vurulduğu haberinin gelmesini kendi gözleriyle gördüğünü anlatmasına dayandırır. Ayrıca bu hikayeyi doğrulayan ve o sırada orada olup, olayı direkt gören Arnold Smith isimli birinin anlattıkları bulunmaktadır. Sevgilisinin kocası tarafından vurulduğunu görmüş olduğunu söylemektedir çünkü cesedi götürürlerken genç bir adamı da tutukladıklarını belirtmektedir.

  • Miller’ın uçağı yanlışlıkla Royal Air Force tarafından bombalanarak düşürülmüştür. Royal Air Force’un logbook’larını tutan Fred Shaw, o tarihte yanlışlıkla tek motorlu küçük bir uçağın bombalanarak düşürüldüğünü kaydetmiştir. İngiliz Savunma Bakanlığı da nedense ta 1985’te böyle bir açıklama yapma gereği duymuştur.

Günümüze dek ne yazık ki Glenn Miller’ın ne cesedi, ne de uçakla ilgili herhangi bir iz veya kalıntı bulunamamıştır.


Sembolik Glenn Miller mezarı, Nisan 1992’de Miller’ın kızının isteğiyle, Arlington National Cemetery adlı savaşta ölenlerin bulunduğu bir mezarlığa taşınmıştır.




Ayrıca 1953 yılında gösterime giren, Anthony Mann’ın yönettiği ve başrollerini James Stewart ile June Allyson’ın oynadığı “The Glenn Miller Story” adlı bir film bulunmaktadır.

http://www.imdb.com/title/tt0047030/



Glenn MILLER orkestrasının solo trompetçisi Yarbay STANLEY, 1962 yılında Ankara’da görevli olarak bulunduğu sırada Amerikan Büyükelçiliğinde dinlediği Hava Kuvvetleri Dans ve Caz Orkestrasını çok beğenmiş ve kendi çabaları ile orkestraya güncelliğini her zaman koruyan, ölümsüz eserlerden oluşan bir caz repertuarı kazandırmıştır. Hava Kuvvetleri Dans ve Caz Orkestrası 1969,1970 ve 1974 yıllarında Türkiye’de yılın sanatçısı seçilmiştir. Şu an bu orkestranın ismi CAZIN KARTALLARI ORKESTRASI” olarak değiştirilmiştir.

Glenn Miller’ın uçağının resmi kayıt bilgisi şöyledir:
Plane Registration-44-70285 (PlaneCrashInfo.com)
Military Service Number-550
Uçaktaki diğer 2 kişi: Pilot John Morgan ve Lt. Colonel Baessell
------------------------------------------

Uçak kazalarında hayatını kaybeden top-ten müzisyenler:
------------------------------------------
10. Randy Rhoads (Yaş 25 - Ozzy Osbourne’un lead gitaristi)

Tarih: 19 Mart 1982

9. Otis Redding (Yaş 26- Rock‘n’roll şarkıcısı) ve Bar-Kays adlı grubunun 4 üyesi
Tarih: 10 Aralık 1967

8. Ricky Nelson (Yaş 45- Rock‘n’roll şarkıcısı) , Stone Canyon adlı grubunun 5 üyesi ve nişanlısı
Tarih: 31 Aralık 1985

7. Aaliyah (Yaş 22 - R&B şarkıcısı ve aktris)
Tarih: 25 Ağustos 2001

6. John Denver (Yaş 53, country şarkıcısı)
Tarih: 12 Ekim 1997

5. Patsy Cline (Yaş 30, country şarkıcısı), menejeri Randy Hughes, ‘Cowboy’ Copas ve ‘Hawkshaw’ Hawkins.
Tarih: 5 Mart 1963

4. Jim Croce (Yaş 30, Rock şarkıcısı), grup arkadaşı Maurice Muehleisen, komedyen George Stevens.
Tarih: 20 Eylül 1973

3. Stevie Ray Vaughan (Yaş: 35, blues gitaristi )
Tarih: 27 Ağustos 1990

2.The Lynyrd Skynyrd grubunun vokalist ve şarkı yazarı Ronnie VanZant, gitarist Steve Gaines, vokalist Cassie Gaines
Tarih: 20 Ekim 1977

1. Buddy Holly, Richie Valens, The Big Bopper
Tarih: 3 Şubat 1959.
Ayrıntılı bilgi için: Müziğin öldüğü gün

Bilgi çöplüğü ve dezenformasyon tehlikesi

-->
Son yüzyılda internet, basın, medya, kitaplar, herşey artık yavaş yavaş bir bilgi çöplüğü haline geldi. Herkes her istediğini araştırmadan, doğru yanlış önemsemeden, gerek çıkarlı gerek çıkarsız, gerek taraflı gerek tarafsız umarsızca yazıyor. Konunun uzmanlarının ne dediği de önemli değil artık, birkaç kitap okuyan uzman veya araştırmacı kisvesinde dolaşıyor zaten, gerçek uzmanlara ne gerek var ?!

Peki insanları yanlış yönlendirmek neden bu kadar kolay?
Bunu şöyle özetlemek mümkün:


1-Bilgi sahibi olanları dezenformasyon ile
2-Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan garibanları ise direkt olarak
Öncelikle dezenformasyonun anlamını Fetzer’in yorumuyla açıklayalım:

“Dezenformasyon, eksik, yanlış ya da bir başka deyişle inandırıcı olmaktan uzak bilgilerin, belli bir kitleyi gerçekler hakkında yanıltmak amacıyla yayılmasıdır. Bazen kitle, bu tip bilgilerin kaynağı hakkında bilgilendirilir, buna açık dezenformasyon denir. Fakat bazen, bu eylem, bilgilerin kaynağı hakkında hiçbir kimlik tanımlaması olmadan ya da yanlış kaynak sunularak yapılır. Bu durum da kapalı dezenformasyon olarak tanımlanır. Dezenformasyonun niceliğini ve niteliğini yargılamak güçtür ama, politik amaçlara ya da hedeflere ulaşmak için kullanılan, yalan söyleme hareketi olarak da tarif edilebilir.”

Misinformation denilen ve ardında bir niyet olmadan yapılan yanlış bilgilendirme ile, belli bir amaca hizmet etmek için belirli örgütlerce yapılan Disinformation kavramlarını da karıştırmamak gerekir.

Örneğin Pilli network sitelerinden birinde sürekli bir anayasa profesörünün Kuran incelemeleri ve yorumları yazılıyor. Bu adam belli ki saygıdeğer biri, bir profesör, millete hizmet ettiği birçok konu var, fakat ne zaman din alimi oldu? İlahiyat okudu da biz mi kaçırdık? Uzmanı olmadığı, orjinal dilini bilmediği, dinler tarihini bilmediği halde, neden kendi şahsi yorumlarını insanların gözlerine sokuyor? Buradan her ilahiyat okuyanın da dinle ilgili herşeyi doğru yorumladığını düşündüğüm de sanılmasın. Fakat, bir dini yanlış yaşayan ve gösterenlerle, ilgili dini veya dinleri yargılamak yani pire için yorgan yakmak doğru değildir. Bazıları bilinçli olarak yobazlığa, bazıları da bilinçli olarak dinsizliğe itmeye çalışıyor, ama bunların dezenformasyon propagandaları nedeniyle işin ortası gözden kaçırılıyor.

Dezenformasyon, çağımızın vebasıdır ve gittikçe kitleleri etkisi altına almaktadır. Bu iş nasıl yürüyor kısaca bakalım:

- Dünyanın efendileri uzun vadeli bir plan yapar ve bu planı ülkelerin efendilerine iletir.
- Ülkelerin efendileri her yıl Bilderberg toplantılarında dünyanın bir yıllık kısa vadeli geleceğini çizer, kararlaştırır, yapılacak savaşlar, saldırılar, hareketler herşey ince ayrıntısına kadar planlanır.
-Yeni dünya düzeninin efendileri daha sonra bu planlarını, dezenformasyonun efendilerine teslim eder.
-Dezenformasyonun efendileri, yapılması planlanan bu aksiyonları halkın gözünde haklı çıkarmak için her türlü yanlış ve dolaylı bilgilendirme işine girişir.


Dezenformasyon ile halk yanlış, taraflı ve çarpıtılmış bilgilerle aldatılır, manipule edilir, bilinen gerçeklerin inandırıcılığı kaybettirilir veya başka şeylerin gerçekleri kuvvetlendirilir, gündem oluşturulur. Bu işlemler için medya, kitaplar, internet,örgütler, derin devlet kullanılır. Bunların bazıları bilinçli, bazıları bilinçsiz olarak hareket eder. Aşılanması planlanan yanlış bilgi birdenbire de verilmez, çünkü o zaman tepki çeker. Önce onu doğal olarak düşündürtecek küçük küçük olaylar yaratılır, parmakla o olaylar işaret ediliyormuş gibi de yapılmaz. Fakat üst üste bu haberler gelmeye başlayınca yavaş yavaş insan beyinlerine yapmak istedikleri konusundaki amaçlarına ulaşmaya başlarlar. Bazen de bilgi doğru verilir ama kaynağı yanlış gösterilir. Veya kurgu şeklindeki karalama kampanyalarına başlanır. Yavaş yavaş, halk düğmeye basılmasına hazır hale gelecektir.

Yayınlanan birçok kitabın da dezenformasyon amaçlı olduğu ve yabancı istihbarat teşkilatlarınca hazırlattırıldığı defalarca ispatlanmıştır. İnsanların ise okuduklarının kimlerce ve neden yazıldığından haberi dahi olmuyor. Ne de olsa bir kitap diye doğru sanılıyor. Üstelik kitaplarda yüzlerce kaynak da belirtiliyor, toplamda kaç kişi o yabancı dildeki kaynakları açıp gerçekten o insanların neler dediğine bakmıştır ki? Sadece kaynak gösterilen paragrafı da okumak yetmez, bu medyanın magazinde polemik çıkarmak için bir ropörtajı kırparak değişik göstermelerine benzer ancak, yazarın ne dediğini anlamak için kaynak kitabın tamamını okumak gerekir.
Şu an birkaç internet sitesini araştırıp bilgi sahibi olmayı bırakın, birkaç kitap okumakla da bilgi sahibi olmak ne yazık ki mümkün değildir. Olayların derinine inmeden, içyüzünü görmek olanaksızdır.

Teozofi’nin başucu kitaplarından biri olan Secret Doctrine ile ilgili de bir zamanlar karalama çabaları vardı. Bu kitabı Hitler de okumuş olduğu için, bir aralar teozofiye karşı bir dezenformasyon kampanyası başlatılmıştı. Hitler’in kendi ruh hastalığı sebebiyle konuyu tamamen yanlış anlaması Blavatsky’nin mi suçuydu? Bizim deyimimizle , hırsızın hiç mi suçu yok? Blavatsky’nin kitabında bahsedilen Aryan ırkının gelişimi ve geleceği, bilinç gelişmesi ve ruhsal gelişme ile alakalıdır, fiziksel bir ayrımdan bahsedilmemektedir. Ve Aryan ırkından sonra gelecek başka bir ırktan bahsedilmekte ve bu ırkın temsilcilerinin de aramızdan çıkacağından bahsetmektedir. Yeni ırkın daha beyaz olacağından da sözedilir, fakat bu sembolojik bir saflaşma ifadesi de olabilir. Bunu okuyan Hitler, gelecekte dünyayı Almanlar’ın yönetmesini ve Alman hakim bir üst ırk oluşturmak amacıyla, Yahudi’lerden başlamak vasıtasıyla önüne gelen her ırkı yok etme çabasına girişmiştir. Sadece daha esmer olanlara saldırı olsaydı, başka taraflara da yönelebilirdi. Ama Almanlar’dan daha beyaz bir ırk olan Rus’lara da saldırdı Hitler. Aryan ırkı sohbetleri, Hitler'in yapmak istediği şeyin bir kılıfıydı sadece. Nasılsa herkes teozofiyi derinlemesine bilmediğinden, insanlara kendi politikalarını yutturmak için harika bir alet olarak kullanılabilirdi ve kullandı da.

Ülkemizde dezenformasyon ile ilgili son çıkan haberler, ergenekon dosya ve haberleri, bazı gazetecileri bile pes ettirecek seviyeye gelmiştir. Buradan da şunu anlıyoruz ki, gazeteciler bile dezenformasyon için yanlış yönlendirilerek kullanıldıklarının farkına varmış bulunuyorlar.

Ülkemizde en çarpıcı dezenformasyon örneklerinden biri de altın madenciliğidir. Birazdan bu konuda yazacaklarımla ilgili daha detaylı bilgileri, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yayınlanmış olan “Altın hakkında yanlış bilinen gerçekler” adlı küçük bir kitapçıktan ve de oradaki ilgili profesörlerden öğrenebilirsiniz.

90’lı yıllarda basının en çok meşgul olduğu konulardan biriydi Bergama olayları. Bergama’da altın madeni olan köydekiler sürekli gösteriler yapıyorlardı ve Greenpeace de onlara katılıyordu.
Öncelikle Greenpeace son derece şüpheli bir takım hareketler sergilemiş olan bir kuruluştur, özellikle petrol ile ilgili global konularda zaman zaman dezenformasyon için kullanıldığına dair bir takım teoriler vardır ortalıkta. Burada direkt bir suçlamada bulunmuyorum ama örgüt hakkında çıkan teorileri sorgulama hakkımı kullanıyorum.

Şimdi kısaca bazı gerçekleri yazalım:
  • Altın ve gümüş, siyanür liçi yöntemiyle çıkarılır,başka zenginleştirme yöntemi yoktur, bu işlem kapalı devre zenginleştirme tesislerinde yüksek teknolojiyle yapılır. Oldukça seyrelmiş olan atık sular, altı ve etrafı metrelerce korunma tabakalarıyla desteklenmiş açık hava dinlenme tesislerine alınır. Siyanür doğada çok çabuk bozunur ve doğal gübre haline gelir. Bu atık havuzları daha sonra tekrar kapalı devre tesislere beslenir. O havuzlara hayvan veya kuş yaklaşamaz çünkü ses dalgalarıyla onları uzak tutacak sistemler mevcuttur.
  • Greenpeace Türkiye’de altın madenciliğine karşı gösteriler yaptığı sırada, dünyanın birçok medeni ülkesinde siyanür liçiyle altın madenciliği yapılmaktaydı ve Greenpeace her nedense sadece(!) Türkiye’de karşı çıkmaktaydı.
  • Bergama’da altın madenciliği yapılacak arazi için yakındaki köy halkıyla anlaşılmış, köy halkı için daha uzakta resmen bir villa-köy inşa edilmiştir. Tüm köy halkı villa tipi iki katlı, altında ahır olan evlerde yaşamaya başlamış ve neredeyse hepsi de madende işe alınarak geçim kaynağı yaratılmıştır. Gelelim bunların neden ayaklandığına. Sorun şu ki, ayaklanan onlar değildi! Ayaklanan köyün onlar olmadığı, ilgili kurumlarca direkt olarak ispatlanmıştır. Bu insanların madenle bir alakası olmadığı, yakında bir yerlerden olmadıkları tespit edilmiştir.
  • Madencilik şirketleri, madencilik yasalarına göre, tahrip ettiği doğal tabakayı mutlaka eski haline getirmek zorundadır.
  • O zamanlar ikiye ayrılan profesör grubu vardı, büyük bölümü altın madenciliğini savunuyor, bir bölümü ise karşı çıkıyordu. Bu konuyu netleştirmek ve mutabakat sağlamak, tartışmak için profesörler birkaç kez bir araya geldi, basın davet edildi, defalarca telefonlar edildi ama basın zahmet edip gelmedi. Daha sonra profesörler ne kadar köşe yazarı varsa, ne kadar basın kuruluşu varsa, hepsine hergün yüzlerce e-mail, faks gönderdiler. Tek istedikleri televizyonda halkın önünde iki görüşü savunan profesörlerin bir araya getirilmesi ve halkın önünde konunun aydınlatılması idi. Tüm bu çabalar sonunda, bırakın bir ilgi veya cevabı, bir “hayır” yanıtı bile gelmedi.

O zamanlar Türkiye’de siyanür liçi yöntemiyle gümüş elde edilen ve devlete ait olan “Eti Gümüş” vardı ve çalışıyordu. Devlete ait olduğu için oraya insanlar pek bulaştırılmadı.
Bütün bu dezenformasyon çabaları, çok büyük ihtimalle, altın madenciliğinde önde gelen ülkelerin Pazar paylarını kapatmamak için, o ülkeler tarafından örgütlendi. Herkes de yedi.
Aradan yıllar geçti. Peki şimdi ne oldu?
  • Bergama’da altın madenciliğine başlandı.
  • Eti Gümüş özelleştirildi.


O halde bu yaygara niye kopmuştu? O zamanlar yabancı güçlerce pompalanarak karşı çıkılan altın madenciliğine, nasıl oldu da birden bire, sessiz sessiz ve neyin karşılığı olarak yeniden izin verildi (!)?

İnsan düşünmeden edemiyor…Deli olmamak elde değil…

*


















*mediacology.com'daki dezenformasyon döngü şeması


Amiral Byrd ve Lost adası

1947 yılında Amiral Byrd'ın yaşadığı olaylarla ilgili yazdığı günlükten birçoğumuz haberdarız. Lost dizisindeki adanın bu günceye bir gönderme olma ihtimali de mevcut. Amiral'ın yaşadıkları elbette çeşitli şekillerde açıklanabilir. Bir kara delik vasıtasıyla bir zaman sıçraması yapmış veya boyut değiştirmiş olabilir. Bermuda Şeytan Üçgeni civarında da benzer olaylar vuku bulmuş olduğuna göre, sadece uzayda değil, dünyada da kara delikler olma ihtimali mevcut. Fazla yorum yapmadan direkt olarak Amiral Byrd öldükten sonra Dr. William Bernard tarafından yayınlanmış olan günlüğü aşağıda size aktarıyorum. Amiral Byrd, devlet tarafından bilgi vermesi yasaklandığı için çok istediği halde güncesini yayınlayamamıştır.


Amiral Richard B. Byrd´ün Günlüğü Şubat-Mart 1947

Bu günlüğü gizlilik içinde yazmalıyım. Yazdıklarım Arktik´de 1947 yılı Şubat´ının 19. gününde yaptığım uçuşla ilgili. Zamanı geldiğinde, muhakkak insanlar daha akıllı olacaklar ve kaçınılmaz gerçeği kabul edecekler. Yazdıklarımı açıklamak özgürlüğüne sahip değilim, belki de bunlar asla toplumsal bir incelemenin ışığını asla göremeyecektir ama birgün herkesin okuyabilmesi için bunları kaydetmek benim görevim. Bu açgözlü ve sömürücü dünyada kesin eminim ki, insanoğlu gerçekleri daha fazla bastıramayacaktır.

Saat 06:00: Tüm hazırlıklar tamamlandı. Kuzeye doğru uçacağım, tüm yakıt depoları dolduruldu.

Saat 06:20: Sancak motoru daha güçlü gibi. Ayarlama yaptık, şimdi daha iyi.

Saat 07:30: Üsle radyo ilişkisi kontrolu yaptık. Herşey yolunda. Telsizcim memnun.

Saat 07:40: Sancak motorunda zayıf bir akıntı var gibi. Yağ basıncı normal.

Saat 08:00: Uçuyorum. Uçuş normal görünüyor. 7.000 metrede uçuyorum. Türbulans normal. Herşey yolunda.

Saat 08:15: Üsle telsiz kontrolu normal.

Saat 08:30: Türbulans oluştu. Bin metreye kadar inmeye karar verdim, uçuş koşulları yumuşak görünüyor.

Saat 09:10: Çok büyük bir buz alanı, altta kar yağıyor. Görüntü muhteşem. Kırmızıdan mora kadar tüm renkleri görüyorum. Pusula olduğu yerde dönüp duruyor, üsle tekrar ilişki kurduk ve gördüklerimi anlatım.

Saat 09:10: Her iki pusulam da yani manyetik ve gyro pusulalar dengelerini iyice yitirdiler, titreşip duruyorlar. Güneş pusulasını kullanıyorum. Kontrollar yavaş tepki veriyorlar ama bir buzlanma belirtisi yok.

Saat 09:15: Uzakta dağlar görüyorum.

Saat 09:49: Dağları gördüğümden bu yana 29 dakika geçti. Görsel bir yanılgı yok. Bunlar birer dağ ve daha hiç görmediğim bir sıradağ halindeler.

Saat 09:55: Altimetre 8.900 metreyi gösteriyor; güçlü bir türbulans var.

Saat 10:00: Hala kuzeye doğru uçuyorum ve altımda küçük bir dağ sırası var, bunu tanımlıyorum ve soruşturmam gerek çünkü böyle bir dağ oluşumu haritalarda yok. O da ne? Dağların arasında ve tam ortada küçük bir nehir akıyor, aşağıda yeşil bir vadi olamaz. Burada garip ve normal olmayan birşeyler var. Buz ve kar olmalıydı ama ben dağların yamaçlarında yeşil ormanlar görüyorum. Yön bulma araçlarım hala çılgınca dönüyorlar. Jiroskop hala öne ve arkaya doğru titreşip duruyor.

Saat 10:05: Dörtbin metreye indim ve alttaki vadinin üzerinde sola doğru sert bir dönüş yaptım. Aşağıda yeşille örülmüş bir alan var. Burada ışık farklı, güneşi göremiyorum. Sola biraz daha döndüm ve aşağıda çok büyük garip hayvanlar gördüm. File benziyorlar ama hayır bunlar birer mamut. İnanılmaz ama oradalar. 3.000 metredeyim, dürbünle bakıyorum ve hayvanlar görüyorum; oradalar. Mamutlara çok benziyorlar. Bunu üsse bildirmemiz gerek.

Saat 10:30: Yeşil renkli tepelere yaklaşıyorum. Dış ısı, termometrenin gösterdiğine göre 23 derece. Düz olarak uçmaya devam ediyorum. Göstergeler normal ama ben bir bulmacanın içindeyim. Yine üssü arıyoruz ama telsiz çalışmıyor.

Saat 11:30: Eğer normal kelimesini bu ortamda kullanırsam herşey yolunda. İlerde bir yer var, sanki bir kente benziyor. Uçak çok hafifledi, bir tüy gibi dalgalanarak uçuyor, kontrollar emirlerimi dinlemiyorlar. Tanrım!, Normal tepkiler vermeyen bir araç içinde uçuyorum ve yeterince hızlı değilim ama ilerde uçan garip bir araç var. Disk şeklinde ve parlak. Bana doğru yaklaşıyor,üzerindeki işareti görüyorum; bu bir gamalı haç. Fantastik! Neredeyiz? Ne oluyor? Kontrolları geri almaya çalışıyorum. Ama olmuyor, kontroller isyan ediyorlar.

Saat 11:35: Telsizden çatırdılar geliyor, İngilizce bir ses ama derinlerden geliyor. Aksan İsveç ya da Alman. Şöyle diyor; "Bölgemize hoşgeldiniz Amiral. Sizi yedi dakika içinde indireceğiz. Güvenli ellerdesiniz. Rahat olun." Uçağımın motorları durdu, garip bir gücün kontrolu altında uçmaya devam ediyorum. Şimdi uçağım kendi çevresinde dönmeye başladı.

Saat 11:40: Bir diğer telsiz mesajı. İniş olayı başladı. Uçak şiddetle titriyor, aşağıya doğru iniyor, sanki görünmeyen dev bir asansörün içinde gibiyim. Artık çok rahatım, birşey umurumda değil. Hafif bir sarsıntıyla uçağım yere temas ediyor.

Saat 11:45: Günceme aceleyle son cümleleri yazıyorum. Uçağıma doğru gelenler var; hepsi uzun boylu ve sarı saçlılar. Uzakta büyük ve parlak binaların bulunduğu bir kent var, gökkuşaklarına benzer renk dalgaları nabız gibi atarcasına kentin üzerinde yükseliyor. Ne olduğunu anlamış değilim ama ortada tehlikeli birşey yok, hiçbir silah görmüyorum. Kargo kapısını açarken bir sesin ismimi söylediğini duyuyorum. Herşeye razıyım.(Kaydın sonu)

Kristal kente giriyorum...

Bundan sonra olanları hafızama güvenerek yazdım. Hayal gücümü zorlamam gerekiyor, bütün bunlar çılgınca ve olmaması gereken şeyler. Telsizcimle beraber uçaktan çıktık, içten ve samimi bir karşılama bu. Tekerlekleri olmayan küçük bir platformun üstüne bindik. Şimdi hızla parlayan kente doğru gidiyoruz, kent sanki kristalden yapılmış gibi, içeri girerken daha önce hiç görmediğim büyüklükte binalar görüyorum. Bu yapılar Frank Lloyd Wright´ın (Dönemin ünlü sürrealist mimarı) çizimlerinin ötesinde. Ya da bir Buck Rogers filminin setindeyim (Yine dönemin sinemasında canlandırılan bir bilim kurgu kahramanı). Daha önce hiç tatmadığım sıcak içecekler ikram ediliyor, çok lezzetliler. On dakika kadar sonra iki hostes geliyor, çok güzeller ve kendileriyle beraber gelmemi söylüyorlar. Yapacak birşey yok, gidiyorum ama telsizcim kalıyor. Kısa bir yürüyüşten sonra asansöre benzer bir yere giriyor, aşağıya doğru inmeye başlıyoruz, araç duruyor ve kapı yukarıya doğru sessizce açılıyor. Uzun bir koridorda ilerliyoruz, gülkurusu renkte bir ışık heryerden yayılıyor, sanki duvarların içinden geliyor. Büyük bir kapının önünde duruyoruz. Kapının üzerinde okuyamadığım bir yazı var, kapı ses çıkarmadan açılıyor, girmem için işaret ediliyor. Hosteslerden bir tanesi; "Korkacak birşey yok Amiral, Üstad´ın huzuruna kabul edileceksiniz." diyor.

Üstad´ın mesajı

İçeri giriyorum, çarpıcı renkler görüyorum, oda büyüleyici ve çok etkileyici. Karşımda çok güzel bir insan var, gördüklerimi anlatamıyorum, bildiğim sözcükler buna yeterli değil. İnsan gibi ama çok daha ötesinde, huzur ve mutluluk yayıyor. Düşüncelerim kesiliyor, melodik ve sıcak bir sesle konuşuyor; "Yerimize hoş geldiniz Amiral" O, bir erkek, yüzünde çok uzun yılların izleri var, uzun bir masada oturuyor sonra kalkıp, bana oturmam için gösteriyor. Oturuyoruz, bana bakıp gülümsüyor ve yine o yumuşak ve melodik sesle konuşuyor; "Sizin buraya girmenize izin verdik çünkü siz dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz." Dünyanın yüzeyi mi? diyor ve soluğumu tutuyorum. Gülümsüyor ve; "Evet, şu anda İç Dünya´nın Arianni bölgesindesiniz. Sizi görevinizden fazla alıkoymayacağım, güvenle yüzeye geri döneceksiniz. Ama şimdi Amiral sizi neden buraya çağırdığımızı söyleyeceğim. Irkınızın Japonya´da Hiroshima ve Nagasaki´de patlattığı ilk atom bombalarıyla çok ilgiliyiz. Bu nedenle alarma geçtik ve uçan araçlarımızı yolladık, biz bunlara ´Flugelrad´ diyoruz. Sizi gözlüyorlar ve ırkınızın yüzeyde ne yaptığını araştırıyorlar. Bütün bunlar geçmişte kaldı Amiral ama biz devam etmek zorundayız. Irkınızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadık ama şimdi durum farklı. İnsanlık için uygun olmayan doğal bir gücü yani atomik enerjiyi öğrendiniz. Özel görevlilerimiz dünyanızdaki güçlere mesajlar veriyorlar ama henüz bir tepki vermediler. Şimdi sizi dünyamızın varlığını gören bir tanık olarak seçtik. Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz Amiral." Sözünü kesiyor ve benimle ne yapacaklarını soruyorum.

Zamanı geldiğinde...

Üstad delici bakışlarıyla sanki düşüncelerimi okuyor ve bir zaman sonra cevap veriyor; "Irkınız şu anda dönüşü olmayan noktaya ulaştı. Aranızda ellerindeki gücü bırakmaktansa, dünyayı yok etmeyi göze alacak olanlar var." Başımı sallıyorum ve devam ediyor; "1945´de ve sonrasında ırkınızla ilişki kurmaya çalıştık ama düşmanca davranıldı, Flugelrad´larımıza ateş açılıp, düşürüldüler. Savaş uçaklarınız, kötü amaçlarla düşmanca davranarak bizimkileri kovaladılar. Şimdi sana şunu söylüyorum oğlum; dünyanızda çok büyük bir kötülük fırtınası oluşmakta, kara bir öfke ve şiddet yıllardır hiç eksilmeden, artarak birikiyor. Silahlanmanızın bir anlamı yok, biliminizde güvenli bir yer yok. Kültürünüzde açan her çiçek, öfke ve hiddetle ezilip, yok ediliyor, tüm insan canlılar derin bir kaosun içine düştüler. Yaşadığınız son savaş daha sonra ırkınızın başına geleceklerin sadece bir başlangıcı. Biz burada her geçen saat durumu daha açık görüyoruz. Söylediklerimde bir yanlış var mı?" Hayır, bu eskiden de oldu, karanlık çağlar geldi ama beşyüz yıl önce sona erdi, diyorum. Üstad devam ediyor; "Evet, oğlum. Karanlık çağlar asıl şimdi ırkınızın üzerine geliyor, karanlık dünyayı bir örtü gibi örtecek ama inanıyorum ki ırkınızdan bazıları yaşamayı başaracaklar ama buna daha zaman var, fazlası söylenmemeli. Çok uzaklarda ırkınızın yıkıntıları arasından yeni bir dünya doğacak, kayıp efsanevi hazineleri arayacaklar ve oğlum bizim korumamızda güvenlikte olacaklar. Zamanı geldiğinde biz ırkınıza ve kültürünüze yardım edeceğiz, belki savaşın ve çekişmelerin boşyere olduğunu birgün öğreneceksiniz, ancak bundan sonra ırkınız tekrar kültürü ve bilimi elde edebilecek. Şimdi oğlum, bu mesajla beraber yüzeye dönebilirsin."

Ve dönüş

Bu sözlerle beraberliğimiz sona ermiş gözüküyor. Bir an için duruyorum, bu bir rüya olmalı ama ben bu gerçeği biliyordum. İki güzel hostesimin gelip "Bu yoldan Amiral" demeleriyle kendime geldim. Çıkmadan evvel bir kez daha dönüp Üstad´a bakıyorum. O mitolojik yüzde yumuşacık gülümseme var; "Elveda oğlum" diyor ve ince uzun elini kaldırarak bir barış hareketi yapıyor. Hızla geri dönüyor ve yukarı çıkıyoruz. Hosteslerimin birisi bana dönüyor ve; "Acele etmeliyiz Amiral. Üstad, sizi geciktirmememizi istedi, mutlaka geri dönmeli ve mesajı vermelisiniz." Birşey demiyorum. Olan herşey inancın ötesinde. İlk geldiğimiz yere dönüyoruz, telsizcim orada, çok gergin ve yüzünde endişeli bir ifade var. Ona herşey yolunda Howie, diyerek sakinleştiriyorum. Yine uçan platformla uçağımızın yanına götürülüyoruz. Motorlar çalışmıyor, hemen biniyoruz. Kapı kapandıktan sonra görünmeyen güç, uçağı kaldırıp bir anda 8.000 metreye çıkarıyor. Onların araçlarından iki tanesi belli bir uzaklıktan bizi izliyor. Çok hızlı gidiyoruz ama hız göstergesini okuyamıyorum, ileriye doğru gidiyoruz. Telsiz çalışıyor ve bir ses; "Şimdi sizi terk ediyoruz Amiral, kontrollar serbest. Auf Wiedersehen!!!!" diyor. Almanca bir veda. Howie ve ben flugelrad´ların soluk mavi gökte kaybolmalarını izliyoruz. Uçağım birden sarsılıyor ve aşağıya doğru dalışa geçiyor. Toparlanıyor ve kontrolu alıyoruz. Şimdi uçuş normal, kimse konuşmuyor, ikimiz de kendi düşüncelerimizle başbaşayız.

Güncenin devamı

Saat 22:00: Yine sonsuz buz ve kar çölündeyiz. Üsse uzaklığımız yaklaşık 27 dakika. Haberleşiyoruz, cevap geliyor. Bütün koşullar normal. Üstekiler bizden haber aldıkları için çok mutlular.

Saat 22:00: Üsse yumuşak iniş yapıyoruz. Bir görevi bitirdim ama çok daha büyük bir görev şimdi beni bekliyor...

Kaydın sonu

11 Mart 1947´de Pentagon´da bir toplantıda hazır bulundum. Olanları anlattım, keşfimi açıkladım ve Üstad´ın mesajını aktardım. Herşey gereğince kaydedildi. Başkan´a bilgi aktarıldı Ama geciktirildiğimi veya alıkonduğumu hissediyorum. Yüksek Güvenlik Örgütü ve bir tıb ekibi ile uzun görüşmeler yaptırdılar, bir kasıt algılıyorum. Büyük bir sıkıntı içindeyim, ABD Ulusal Güvenlik koşulları gereğince, sıkı kontrol altındayım. Ve sonunda emri aldım; bildiğim her konuda kesin olarak sessiz kalmam isteniyor, bunu insanlık adına yapacakmışım. İnanılmaz ama ben bir askerim ve emirlere uymaktan başka yapacak birşeyim yok.

30/12/56: Son sözler

1947´den bu yana yıllar geçti. Günlüğümü tamamlamam gerekiyor. Kapatırken, kendimden eminim. Bu sırrı yıllar boyunca inançla sakladım. Bu benim tüm moral değerlerime ve haklarıma karşıydı. Şimdi sonsuz gecenin geldiğini hissediyorum ve bu sır benimle beraber ölmemeli. Ama gerçek eninde sonunda galip gelecek. İnsanlığın tek umudu bu. Gerçeği görüyorum ve ruhum bir an önce serbest kalmak için çırpınıyor. Askeri canavarlığın kalbi olan endüstri için görevimi yaptım. Şimdi uzun gece başlıyor ama bu bir son olmayacak. Uzun Artrik gecesinde olduğu gibi, gerçeğin parlak güneş ışığı yine gelecek ve karanlıklardan ışık doğacak. Çünkü ben Kutbun ötesinde varolan ülkede en büyük bilinmeyeni gördüm.

Amiral Richard E. Byrd

ABD Deniz Kuvvetleri 24 Aralık 1956


20 Ağustos 2008 Çarşamba

Akıllı Örümcekler tam gaz !

Geçtiğimiz haftalarda blogçu arkadaşımız Zehirli Örümcek yeni bir projeye imza attı. Televizyonlarda uygulanan, Akıllı İşaretler benzeri bir sistemin, internet sitelerinde kullanımını sağlamak için bir fikir üretti ve şimdilik 3 kategori olarak düşünülen bir sistem ortaya çıkardı. Bunu “Akıllı Örümcekler” adı ile, www.akilliorumcekler.com sitesi üzerinden kullanıma açtı.

3 kategoriyi şu şekilde özetleyebiliriz:

13 Yaş ve Üzeri
Bu web sitesi, barındırdığı bazı içerikler sebebi ile 13 yaş altındaki internet kullanıcıları için uygun değildir

Açıklama: Eğer web sitenizde; haber ve eleştiri maksatlı BAZI; küfürlü yazılar, cinsellikle ilgili öğeler, siyasi düşünceler, korku ve şiddet yayınlıyor ve bununla ilgili konulara bağlantı veriyorsanız bu işareti kullanabilirsiniz!

18 Yaş ve Üzeri
Bu web sitesi barındırdığı içerik sebebiyle 18 yaşından küçük internet kullanıcıları için uygun değildir!
Açıklama: Eğer web sitenizde Tamamen; küfürlü yazılar, cinsellikle ilgili öğeler, siyasi düşünceler, korku ve şiddet yayınlıyor ve bununla ilgili konulara bağlantı veriyorsanız bu işareti kullanabilirsiniz!

Genel Kullanıcı
Bu web sitesi tüm internet kullanıcıları için uygun bir içerik yayınlamaktadır!
Açıklama: Eğer web sitenizde, tüm internet kullanıcıları yaş grupları için olumsuz bir içerik; küfürlü yazılar, cinsellikle ilgili öğeler, siyasi düşünceler, korku ve şiddet yayınlamıyorsanız web sitenizde bu işareti kullanabilirsiniz

Ben de kendisine ve bu projeye destek vermek için, 13 yaş ve üzeri kategorisini seçerek, kendi siteme eklentiyi ekledim.

Daha sağlıklı bir internet ortamı sağlamak için; her web sitesi, yayınladığı içerikle ilgili internet kullanıcılarına bilgi vermelidir. Bu sayede özellikle çocuklar için uygun bir filtreleme desteği konulabilir ve yetişkinler de girdikleri site hakkında bilgi sahibi olabilir. Çocuklar için kullanılan filtreleme sistemlerinde, genelde sitede kullanılan kelimelere göre engelleme sağlanmaktadır. Fakat bahse konu kelimeyi kullanan her site belki de zararlı değildir. Veya tam tersi olarak, zararsız kelimeler kullanılarak, son derece zararlı bilgiler çocuklara verilebilir. Bu anlamda “Akıllı Örümcekler” site bilgi sistemi sayesinde uygun içerikler uygun şekilde sunulabilir.

Elbette şu an site sahibi kendi istediği örümceği seçiyor ve bu kontrol mekanizması site sahibinin bilinç seviyesine bırakılıyor. Fakat şu an henüz test aşamasında olan ve destek bekleyen bu proje ile, bu örümceklerin kullanımı zorunlu tutulabilir ve belirli bir kurum tarafından örümcekler tahsis ve kontrol edilebilir. Ve proje beta aşamasından çıktıkça, örümcek sayısı da artırılıp daha çeşitlendirilebilir.

Akıllı Örümcekler, bu konuya el atıp destek verebilecek kişilerin desteğini bekliyor...

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Müziğin öldüğü gün...


Don McLean, American Pie adlı şarkısında, “Müziğin öldüğü gün” diye bahseder o meşhur günden. Bazı söylentilere göre Rock'n'Roll efsaneleri olan Buddy Holly, Richie Valens ve Big Bopper’ın bindikleri uçağın adı American Pie idi, yani öyle düşünülüyordu. Ama daha sonra Don Mclean bunu yalanlayarak, şarkının adını tamamen kendisinin yarattığını belirtti .

Şarkının ana temasını oluşturan yani müziğin öldüğü 3 Şubat 1959 gününün hikayesi şöyledir:

Richie Valens uçak yolculuğundan çok korkuyordu ve uçak kazasında öleceğini rüyasında da görmüştü. Ama bir konser sonrası, kış günü hava şartları nedeniyle kara yoluyla gidemedikleri için uçakla yola çıkmışlardı ve hava şartları nedeniyle uçak düştü. Uçağa sadece 3 kişi binebiliyordu, Richie Valens ve bir gazeteci yazı-tura atarak, uçakla kimin gideceğini belirlemişlerdi. Yani düşen uçağa 3 kişi binmişti: Buddy Holly, Richie Valens ve Big Bopper...Rock'n roll müziğinin en büyük kayıplarından biriydi.

O zamanlar Don Mclean gazete dağıtıcılığı yapıyormuş ve o uçak kazasının olduğu soğuk bir Şubat sabahı , gazeteyi dağıtırken ana sayfada o haberi gördüğünde, bir adım dahi atamayıp olduğu yerde donakalmıştır. Şarkıyı yazması 1960’lı yıllarda, yayınlaması ise 1971’de gerçekleşmiştir.
Şarkıda ana tema bu üç şarkıcı olmakla birlikte, onlardan başka Beatles, Elvis Presley, Janis Joplin, Mick Jagger ve Rolling Stones, Bob Dylan, James Dean, The Byrds gibi birçok sanatçı ve gruba, gizli bir takım şifrelerle gönderme yapar. Şarkının ilk çıktığı günden beri, şarkının sözlerinin içerdiği anlamlarla ilgili sayısız teori ortaya atılmış ve adeta bir fenomen haline gelmiştir. Halen Don Mclean şarkı sözlerinin anlamını tam olarak anlatmamıştır. Ama genel hatlarıyla, 1950’li yılların müzik açısından aydınlık çağlarıyla, 1960 ve sonrasında karanlık bir çağa sürüklendiğinden bahsettiğini ve bu devrede dünyada ve Amerika’da olup bitenlerle ilgili simgesel anlatımlarda bulunduğunu belirtmiştir. Bu dönem, aynı zamanda Don Mclean’in çocukluğun saflığından yetişkinliğin gerçeklerine geçmeye başladığı dönemdir. Bu kaza da tam olarak Don Mclean’in ayaklarının yere bastığı yani gerçeklerin acılığı ile tanışmasını sembolize eder.

Şarkı yayınlandığı zaman 4 hafta listelerde bir numarada kalmış ve aynı zamanda önemli bir proje olan” Recording Industry Association of America (RIAA)’nın “Yüzyılın şarkıları”-Songs of the Century” listesine beşinci sıradan yerleşmiştir. Bu liste, Amerika’nın müzik ve kültür açılarından gelişimini en iyi anlatan şarkılardan oluşturulmuştur ve 2001 yılında özel seçilmiş 1300 kişinin oyuyla 20. yüzyılın 365 seçilmiş şarkısının listesi oluşturulmuştur. Merak edenler için ilk beş şöyledir:

1 "Over The Rainbow" - Judy Garland
2 "White Christmas" - Bing Crosby
3 "This Land Is Your Land" - Woody Guthrie
4 "Respect" - Aretha Franklin
5 "American Pie" - Don McLean

Günümüzde de birçok sanatçı vefat ediyor ama şu yaşadığımız zaman ile geçmişi karşılaştırmak olanaksız görünüyor. Çünkü birçok müzik türünün şu an varolmasını bu insanlara borçluyuz. Her türlü sansür ve engellemeye rağmen, turnelerde üç kuruş para karşılığında ideallerini gerçekleştiren bu adamlara çok şeyler borçluyuz.

Bu vesileyle, Rock’n’Roll müziğin yaratıcısı ve kralı Elvis Aaron Presley’i de anmayı unutmayalım. Onun öldüğü 16 Ağustos 1977 tarihi de müziğin öldüğü diğer bir gündür, tıpkı 24 Kasım 1991’de Rock'ın Kralı Freddy Mercury’nin ve 25 Haziran 2009'da Pop'un Kralı Michael Jackson'ın öldüğü gün gibi.
Elvis’in hikayesi tam bir fenomen olduğu için, onunla ilgili yazacağım yazıyı sonraya saklıyor ve sizlere müzik dolu günler diliyorum.
Bye bye Miss American Pie… RIP...

Not: Hatırlayamayanlar için bu üç müzisyenin birkaç şarkısı:
Buddy Holly: That’ll be the day, Oh boy, Peggy Sue
Richie Valens: La Bamba, Oh Donna, Come on let’s go
Big Bopper: Chantilly Lace, Crazy Blues, Big Boppers Wedding

12 Ağustos 2008 Salı

Hair - Let the Sunshine In !

Bugünkü yazımda, Gürcistan’daki savaşa tepki niteliğinde, dünyada savaşa karşı yapılmış en özel filmlerden birinden bahsetmek istiyorum. Savaş düşleri kuranların arasında barış ümidini yeşertebilmemiz dileğiyle !
Rock müzik seven ve Hair'ı görmemiş olabilecek birini tahmin dahi edemiyorum.Hala görmemiş olanlar varsa, umarım bu yazımla onlara tanıtmış olurum, çünkü gerçekten bu filmi görmemek bir eksikliktir.

Hair –The American Love-Rock Musical aslında 1968 yılında bir müzikal olarak Gerome Ragni ve James Rado tarafından yazılmış ve sonrasında Galt MacDermot tarafından müzikleri bestelenmiştir. James Rado kendi ifadesiyle, Galt MacDermott ile buluşmalarını şöyle anlatır: “ It was more than a fulfillment of a dream. I would call it a clear illustration of a marriage made in heaven.” Bugüne dek tüm dünyada müzikal olarak sergilenmiş ve de sergilenmeye devam etmektedir. Şu ana dek dünyada Hair’ın gösterilmediği ülkenin kalmadığı söylenmektedir. Türkiye’de de 1982 tarihinde Engin Cezzar tarafından Türkçeleştirilerek sahnelenmiştir. Bu gösterim ile ilgili Füsun Önal’ın anlatımıyla öğrendiğimiz detay ise, çıplak olarak sahneye çıkılması gereken yerlerde ten rengi kıyafetlerle sahneye çıkıldığıdır.
Hair’ı 1979 yılında film haline getiren yönetmen Milos Forman, bu filmiyle dünya tarihinin klasikleri arasında yer almayı başarmıştır. Filmin başrollerinde John Savage, Treat Williams, Beverly D'Angelo, Annie Golden gibi sanatçılar yeralır.
Milos Forman bu filmiyle César ödülüne layık görülmüş ve film de o tarihte Best Picture Golden Globe ödülü almıştır. Filmdeki oyunculuğu ile Treat Williams ise Golden Globe as New Star of the Year in a Motion Picture ödülüne aday gösterilmiştir. Film ve filmin müzikleri, Woodstock konserlerinin ana teması haline gelmiş ve Vietnam Savaşı’na karşı olanların marşı haline gelmiştir.
Henüz bu konuda net bir bilgi bulamamakla beraber, ortada dönen konuşmalara gore bu yüzyılda toplam 10 film seçilerek, çok uzun yüzyıllar sonrasına dek korunması planlanmıştır ve bu 10 film arasında Hair da bulunmaktadır.Şimdi bu noktadan sonra anlatacaklarım yoğun şekilde spoiler ve hatta filmin tüm hikayesinin özetini içermektedir, bilgilerinize:
Film, benim burcum olan Kova burcunun ve kova burcu çağının anlatıldığı efsanevi Age of Aquarius şarkısı ile başlar, şarkıyı da gerçekten olağanüstü sesiyle siyahi bir kadın seslendirmektedir. Filmin başında Vietnam Savaşı’na gitmek üzere Oklahoma’dan yola çıkan Claude (John Savage), New York Central Park’ta dolaşırken Berger (Treat Williams) ve onun hippi grubu ile karşılaşır. Onlarla tanışır ve dostluk kurar fakat neden bu şekilde yaşadıklarına da bir anlam veremez. Bu arada parkta at binerken gördüğü Sheila adlı bir kızı çok beğenir (Beverly D'Angelo).
Claude’un askere gitmek için biraz zamanı vardır, bu arada hippi grubuyla takılır. Berger ise Claude’u Sheila ile buluşturmak için planlar yapmaya başlar ve bu zengin kızın sosyete ailesinin evinde, kızın doğumgünü partisini basarlar :-) Ve burada elbette yine efsanevi şarkı olan “I got Life” şarkısını masanın üzerine çıkarak ve masayı dağıtarak seslendirir Berger...Benim girdiğim herhangi bir önemli ve ciddi iş toplantılarının birinde, Berger'ın hareketini yapmayı istediğim ve içten içe gülümsediğim çok olmuştur :-)Berger’ın ailesi aslında oldukça zengin bir ailedir. Fakat Berger sokaklarda hippilerle yaşamaktadır çünkü bir ideali vardır. Babası ise Berger’ı sadece saçı uzun olduğu için desteklememektedir. O zamanlar uzun saç gerçekten bir şeylere isyan etmeyi ve düzeni kabullenmemeyi belirten bir göstergedir.Filmin detaylarına fazla girmeden devam ediyorum, Claude hippilerle yaşarken geçen konuşmalarda sürekli Vietnam Savaşı sorgulanır ama Claude amacından vazgeçmez. Claude’un vakti gelir ve askere uğurlarlar. Yalnız Berger hala Claude ile Sheila'yı buluşturma peşindedir. Bunun üzerine gidip kızı kaçırırlar. Fakat Sheila da Claude’dan hoşlanmaktadır elbette, gönüllü gelir zaten. Ve bir arabaya atlayarak Claude’un birliğine doğru giderler. Birlikten içeri gidemeyince, yakınlarda bir yol üstü barında bir askeri subaya bir oyun oynayarak giysilerini ve arabasını alırlar. Berger, onun giysileri ve arabasıyla birliğe girip Claude’u birkaç saatliğine kaçırmayı amaçlar. Ve evet filmdeki en önemli sahnelere geliriz bu şekilde.Hayatta aç kalmak ve itilmek pahasına bile olsa, hiçbirşey için saçını kesmeyen Berger, sadece birliğe subay kılığında girip arkadaşını bir saatliğine dışarıya çıkarabilmek için saçını keser !
Ve subay kıyafetleriyle içeri girer, Claude’u bulur fakat Claude dışarı çıkamayacağını çünkü saat başı sayım yaptıklarını belirtir. Bunun üzerine düşünecek fazla zamanı olmayan Berger, Claude ile yer değiştirir, elbiselerini değiştirirler ve Claude dışarıya çıkıp Sheila ile buluşur.
Bu sırada ani bir emir gelir ve tüm askerleri toparlayarak Vietnam’a gönderirler, Berger da içlerinde olmak üzere… Berger şaşkın ifadeyle günışığından karanlık uçağa girerken, o meşhur müzik yankılanmaktadır arkadan: “ Let the Sunshine in! “…
Claude geri gelir, bir bakar heryer boş ve yere diz çökerek “ Bergerrrr, Bergerrrr !” diye öyle bir çığlık atar ki, o sahnedeye duyarsız kalabilecek dünya yüzünde herhangi birini düşünemiyorum.

Filmin sonunda ise bütün hippi grubunu, Claude ve kız arkadaşıyla birlikte, Berger’ın Vietnam şehitlerinin arasında mezarı başında gösterir. Ve görüntüler, gerçek Woodstock ve Beyaz Saray önünde protesto gösterilerine geçerek son bulur…
Bu filmi sadece yanlış bir savaşı işaret etmemektedir. Bu film, bir insanın dostluk adına neleri yapabileceğini, ırk ayrımına karşıtlığı, savaşa ve militarizme karşıtlığı, özgürlüğü ifade etmektedir. Ve bunu rock müziğin çığlıkları ile yapar. Her şarkıda ayrı bir hikaye ve ayrı bir karşıtlık bulunmaktadır, şarkıların hiçbiri öylesine değildir. Eserdeki müziklerin altyapısı, arkadaki korolar inanılmazdır, özellikle let the Sunshine In şarkısında arkadaki insan sesi sayısını henüz saymayı başarabilmiş değilim. Ve inanılmaz bir bas altyapısı vardır.
Hair filmi, her anlamda benim için çok önemli bir yer taşır.Kendi çıkarları ve oyunları için masum insanları savaşa alet edenler !
Bırakın Güneş içeri Girsin !
Ek: Youtube'dan video izleyebilen veya indirebilenler için, bahsettiğim 3 şarkının geçtiği filmin bölümleri:
Let the sunshine in - The Flesh Failureshttp://www.youtube.com/watch?v=fhNrqc6yvTU

Age of Aquarius:http://www.youtube.com/watch?v=N9oq_IskRIg
Ayrıca Hair müzikali ve filmi ile ilgili daha detaylı bilgi için:http://www.hairthemusical.com/

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Artan Arkadaşlık Siteleri


Dün Mental Masturbasyon MeGu’nun Ronaldinho çevikliğiyle karşılayarak bana gönderdiği mim üzerine, aynı başlıkla yazıyı yazıyor ve pası karşılıyorum :-) MeGu olayın ekonomik boyutunu ele almış, bana da psikolojik ve toplumsal yönden konuyu irdelemek düşüyor :-)

Tanışma ve network siteleri malum her geçen gün artıyor ve artmasıyla birlikte çeşitli kategorilere de ayrılmaya başladılar.

Buradan yola çıkarak 2 ana kategoriye ayırmamız mümkün gibi görünüyor:
1- Business networking siteleri
2- Social networking siteleri
2.1 Sosyal aktivite ve topluluklar
2.2 Sadece arkadaşlık ve flört siteleri

Öncelikle business networking ile ilgili olan siteler arkadaşlık sitelerinden tamamen ayrılıyor. Her ne kadar bu siteler de zaman zaman bu gibi amaçlara alet edilmeye çalışıldıysa da, böyle bir girişim karşısında site yöneticilerinin müdahalesi ve abonelik iptali ile konu biraz kontrol altına alınmış gibi görünüyor. Bu sitelerde de elbette yeni insanlarla tanışmak ve ilişkilerin geliştirilmesi mümkün, fakat sitenin gerek kullanım araçları, gerekse forumları itibariyle ana amacı flört değil.

Sosyal siteler ise genellikle belli grupların internet üzerinde yapılanmasıyla oluşmuş ve sonra bir şekilde dışarıya açılmış olanlar var. Bunların ana amacı daha sosyal bir ortam yaratmak, işi sadece sanal ortamda bırakmadan sürekli buluşmalar, aktiviteler düzenlemek gibi şeyler sayılabilir.

Arkadaşlık siteleri ise, nedense ben buna tam arkadaşlık diyemiyorum, genelde yüzde sekseni flört veya cinsel amaçlarla kullanılıyor. Buna diyeceğim birşey yok çünkü herşey arz ve talep meselesi, eleştirmek de haddime düşmez. Bir de MeGu'nun unuttuğu bir 80630 sitesi var, bunlar davetiye veya referanssız içlerine almazlar. Nitekim kendilerini pazarlamanın yolunu da böyle bulmuşlar. Fakat bende tam ters etki yarattı, hiç üye olma isteği hissetmedim, hiç istek oluşmadı.

Facebook’u hepsinden ayrı bir kategori olarak özellikle incelemek istiyorum, onu bir arkadaşlık sitesi gibi görmüyorum, biraz nev-i şahsına münhasır bir yapılanma gibi görünüyor. Benim de Facebook’ta bir hesabım var ve gerçekten de uzun zamandır bulamadığım insanlara ulaştım. (bkz: ebemi de bulucam facebookta birgün:-) . Şimdi ortadaki polemiklerden biri şu ki, eğer insanlar birbirini bulmak isteseydi zaten bulur ve bu kadar zaman görüşürdü. Ama ben böyle düşünmüyorum, nice insanlar var ki çoktan bağlantımı kaybetmiştim bir şekilde. Çünkü hayat bu, belli olmuyor, bazen başka sorun ve öncelikler araya giriyor, irtibat kopuyor. Facebook’un kendimce suistimalini önlemek için, sadece gerçekten tanıdığım insanları listeme eklemekle önlem almış oluyorum. Aramızda birçok anti-facebook’çular da mevcut. Benim onlara karşı söylediğim tez şundan ibaret:
“Kalem bir araçtır, kalemle yazı da yazabilirsiniz, birine saplayıp adam da öldürebilirsiniz.”
Yani Facebook da bir araçtır sadece. Olan biten karşısında Facebook’un bir suçu yok. Sadece bu aleti kötü kullanan varsa, bu onların suçudur.
Kötü kullanmak da göreceli bir kavram. Örneğin eğer bir insan bu gibi siteleri başka amaçlar için kullanıyorsa ve bu taleplerini karşılayabilecek kitle de o ortamda mevcutsa, o halde ne için kimi, eleştirmek mümkün olabilir ki? Herşey insanların kendi seçimi, kendi yaşam tarzıdır. Elindeki aracı nasıl kullanacağın da sana bağlıdır.

Anti-Facebook’çuların bir diğer tezi ise, internette kendileri hakkında o kadar çok bilgi yayınlamanın sakıncaları ve kendilerini fişlenmiş gibi hissetmeleri. Ben şimdi sizlere şunu söylemek istiyorum, sizin tüm bilgilerinizin çeşitli yerlerce bilinmesi için sizce Facecook’a mı ihtiyaç var? :-) Geçti bitti herşey arkadaşlar, siz hiçbir şey yapmasanız da big brother is watching you :-) Already done ! :-) ( bkz: George Orwell - 1984 kitabı )

Ayrıca yaptığınız her hareketin sitede herkese ilan edilmesi konusuna gelince, sitede bazı ayarlar var, isterseniz kendinizi görünmez yapabilir, isterseniz hiçbir hareketinizin hiçkimseye gösterilmemesini sağlayabilirsiniz. Hayır sizin saklanmak için kendinize göre başka gerekçeleriniz varsa, o zaman o sizin bileceğiniz iş.

Sosyal sitelere üye olanların profillerini incelersek, bir genelleme yapmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Hepimizin bazı sosyal ihtiyaçları mevcut. Teknoloji ile birlikte iletişim sorununun bir bölümü hem giderildi hem de başka yeni sorunlar doğdu. Artık dünyanın her yerindeki herkesle istersek yazılı, istersek sesli, istersek görüntülü olarak internet üzerinden konuşabiliriz. Böylece elimizde her türlü iletişim imkanı doğmuş oluyor. Yeni sorun ise şu ki, iletişimini sadece internet ortamında sağlayarak, gerçek sosyal hayattan kopan karakterler oluşmaya başladı (bkz:geek) ve bunun da son derece sakıncalı bir durum olduğunu düşünüyorum.
Her sosyal statüden insanlar internette çeşitli sitelerde yazışıyor, bilgi veya ilgi alışverişi yapıyor. Kimileri kendi kimliklerini saklayarak, toplum baskısı nedeniyle gizlemek zorunda kaldıkları kendi karakterlerini gizliden gizliye yaşıyorlar.

Ben şahsen kendimden bahsedersem, benim gerçek hayatta da son derece aktif bir yaşamım var. Fakat Commodore 64 öncesinden bilgisayar dünyasına ve BBS döneminden internet dünyasına girmiş biri olarak, internetten de kopamıyorum. Ben interneti olabildiğince yararlı amaçlar için, bilgi alışverişi için, arkadaşlarımla görüşmek için, dünyadan haberdar olmak için, zaman zaman gerçekten can sıkıntısından kafa dağıtmak için kullanıyorum. Üyesi olduğum Facebook, Xing, Linkedin gibi sitelerdeki forumlarda, gerek işle ilgili gerekse sosyal yaşamla alakalı birçok kişiyle tanıştım ve bu insanların gerçekten de bana çok faydaları oldu.

İnternet dünyasında ve bu tip sitelerde elbette gerçekten kötü amaçlarla kullanan, insanları kandırıp dolandıran kişiler de mevcut. Ama bu maalesef gerçek hayatta da var, ama internette bunu kimlik saklayarak yapmaları daha kolay. Bundan korunmak için sadece biraz uyanık olmak yeterli.

Normal hayatlarında, gerek toplum veya aile baskısından, gerekse kişisel korkulardan dolayı, gerçek bir sosyal hayatı olamadığından, internette cirit adan fedailer de var. Bu düz yol fatihleri (normal trafikte düzgün araba kullanmayıp, bomboş yola çıkınca hızlanan yolların çakma efendileri veya doğan görünümlü şahin tiplemeli insanlar) her iki cinsten de olabiliyor. Bunların erkek olanları, değişik profil resimleri ve oradan buradan arakladıkları sözlerle oluşturdukları janjanlı profillerle kız peşine düşerler. Gerçekten çaresiz olanlar zaten buluşmaya da kalkmaz, sanal anlamda devam eder. Bunların kız olanlarını tespit etmek ise daha kolaydır. Internette sürekli erkeksi ve bol küfürlü konuşmalarıyla, harbi tavırlarla, gerçekten yaşayamadığı için bunca bahsettiği cinsel konuşmalarla kolayca kendilerini ele verirler. Bunların içinde gerçekten yansıttığı gibi olanlar da var mıdır, elbette vardır, ama maalesef bunları tespit etmek için ancak gerçek hayatta tanımak gerekir, başka yolu da görünmüyor. Ama bu tip bir yaşam tarzında kalmalarını da tamamen kendi suçları olarak görüyorum, insan isterse herşeyi yapabilir, yeter ki kendi istediği yaşamı oluşturacak cesaret olsun içlerinde... Dünyada herşeyin bir alıcısı var, birileriyle birlikte olmak için illa ki Cindy Crawford veya Brad Pitt gibi olmaya veya öyleymiş gibi davranmaya gerek yok, kendiniz gibi davrandığınız taktirde, bir şeyin "çakma"sına göre çok daha çekici olursunuz... Yeterince artist mevcut, haddinden fazla hatta, biraz doğal ve kendiniz olun yeter... Çaresizsen, çare sensin.

Diyorummm ve topu direkt olarak Zehirli Örümcek, Cevval Portakal ve Çelişki Analiz-Orpen'e atıyorum. Hadi bakalım, mim sizde :-) (bkz:mim kardeşliği)
:-)

7 Ağustos 2008 Perşembe

Barış nedir sevgili?...


Herkesin savaş hayalleri kurduğu bir dünyada, mümkün mü barışı tanımlamak ?

Barış, dünyadaki en büyük ütopya.
Çünkü dünya barışının gerçek anlamını veya nasıl sağlanacağını kimse bilmiyor.
Çünkü herkesin çıkarları mutlaka bazı noktalarda çakışıyor.

Hiçkimse kendi kendiyle bile barışık değilken, nasıl toplumlar birbiriyle barışık olabilsin ki?

Aynı 1. Dünya savaşı'nda Hans Leip'in besteleyip, Lola Andersen'ın seslendirdiği "Lili Marleen" şarkısı gibi, savaşa giden sevdiğini fenerin altında bekleyen kızın öyküsü gibi...Birbiriyle savaşanların bile ortak "umut" şarkısı olmuş Lili Marleen, düşman olmalarına rağmen hepsinin dinledikleri ortak şarkıymış. Umudun şarkısı daha sonra birçok dile çevrilmiş ve birçok kişi tarafından seslendirilmiştir.Biz genelde bu şarkıyı Marlene Dietrich'ten biliriz. Bu şarkı için Almanya Langeoog'ta dikilmiş bir heykel bile bulunmaktadır. Şarkının temsil ettiği umut, barış umududur ama sonuçta hiçbir zaman iki taraf için de barış sözkonusu olamaz.

Akgün Akova'nın barış üzerine yazmış olduğu "What is peace my love" şiiri kadar barışa dokunabilmiş olan var mıdır acaba?

"barış nedir sevgilim
biliyor musun
bir köprü müdür üstüne gölgeler düşünce çöken
halka açılamadan batan bir şirket
iki savaş arasında verilen çay molası mıdır barış
yoksa
hurdacıya söylediği son sözler mi
bisikleti vurulan bir çocuğun

söyle sevgilim
Einstein'ın Roosevelt'e yazdığı mektup mudur barış
Lozan'dan gelen telefon mu Mustafa Kemal'e
çöplerini bilimin süpürdüğü bir sokak mıdır barış yoksa

söyle sevgilim
de ki
tünediği balkon uçuruma düşen yavru bir kuştur barış
saatçiyi hapse attıkları için kurulamayan bir meydan saati
ayağımızdaki paslı çiviyi bacağımızı keserek çıkaran bir melek
de ki
aptalların türküsü
oyuna getirilenlerin ülküsüdür barış
dişleri sökülmüş Asya kaplanıdır kapitalizmin sirkinde

de ki sevgilim
içine bayat pil konmuş el feneridir barış
fosforlu izleridir bayrakların üzerinde gezen salyangozların
barış düşsel beyaz buluttur bir kaleye çarpıp dağılan
kör bir toplumun tehdit dolu yazılarla kirlettiği bir defterdir barış
kendinde bulamayıp başkalarında aradığıdır insanın
barış
halkının üzerine devrilen bir devlettir zor dönemeçlerde
açılmadığı için posta kutusunda ölen bir mektuptur barış
patlayıp seyircileri öldüren bir futbol topudur son dakikada

bunların hiçbiri
hiçbiri değilse barış
söyle sevgilim
savaşın düş kurduğu yerlerde
hangi yüzsüzün uydurduğu bi' sözcüktür
şu dillerden düşmeyen barış..."


Yorumsuz dizeler....
Ama biz savaşmaya devam edelim, çıkar çatışmalarından, petrol ve enerji kavgalarından bir türlü başımızı kaldıramadığımız bu dünya, yavaş yavaş kendi sonunu hazırlıyor nasılsa.
Biz yapmasak da, doğa alacak intikamını insanlardan, dünyada bunca afet, felaket sürüp giderken, elbet birgün tabiat ipleri eline alacak...Ormanlarımız göz göre göre yanarken ve biz sadece seyrederken, petrol için birçok ülke yağmalanırken, ozon tabakası bizim kullandığımız kozmetikler nedeniyle eriyip giderken, buzullar global ısınma nedeniyle erirken ve eriyince piyasaya çıkacak olan yüzyıllar önceden içinde saklanmış ölümcül virüsleri içinde taşırken, hepimiz biyolojik silahlarla uğraşırken, çok lazımmış gibi insan klonlamaya çalışırken, dünyanın yarısı açlık ve su sıkıntısı içindeyken biz homini gırtlak midemizi ve alışveriş sepetimizi hırsla doldururken, alınanların yarısını da yiyemeyip çöpe atarken ve kapımızda ha geldi ha gelecek derken İstanbul depremini beklerken, biz savaşmaya devam edelim...

En azından İstanbul depreminden birgün sonra herkesin tüm çatışmaları unutup, çok kısa bir süre için bile olsa birbirine kenetleneceğinden eminiz... Çünkü birşeyleri anlamak için, hem mikro hem de makro anlamda mutlaka başımıza bir felaket gelmesi gerekiyor...

Einstein'ın da dediği gibi : "3. Dünya Savaşı, bombalar ve tüfeklerle değil, taş ve sopalarla yapılacaktır."

Hepimize geçmiş olsun...